30 Eylül 2014 Salı

KALBİM SOL’DA ATIYOR!..

İnsan kendi seçmiyor pek çok şeyi. Kucağında bir kundak gibi bırakılıyor, doğduğunda… Nerde doğacağına, hangi dile, hangi dine, hangi milliyete sahip olacağına kendi karar vermiyor. Sonra ortak değerlerin paydasında, yaşaya yaşaya sahip olduklarını sevmeyi ya da kabul etmeyi öğreniyor. Sorgulamadan çoğu kez. Öyle ya, bu sorgu fazla ileriye gitse, ucu ailene bile dokunacak. Ama sorun tam olarak bu değil. Yani insan yaşarken hoşlukları görebilmeyi, ortak değerleri sevdiği insanlarla birlikte paylaşmayı eğlenceli, hatta gurur verici bir şey olarak hissediyor. Orta Anadolu’da doğdum. Milliyetçi-muhafazakar bir ailem var. Dededen Demokrat Parti geleneği kendini “merkez sağ” olarak sürdürmüş. Adalet Partisi, Güven Partisi, Yeniden Doğuş Partisi, Anavatan Partisi gibi… Gençler heyecanlarını ve duygularını daha sivriltmişler ve “ülkücü”lüğe yakın durmuşlar.

Annemizin amcası vardı, eski müftü. Sülalenin manevi lideri ve en saygın kişisiydi. Onun etkisiyle herkes dine çok yakındı. En uzak duran bile kafasını eğer, kendini günahkar görürdü. Bir nevi eziklik hali yani… Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nin %4,5 oy aldığı, yani aşırı sağ ya da marjinal parti dendiği zamanlarda bizim sülalede oylar Adalet Partisi’ne verilirdi. Sonra dayı, teyze falan derken MHP’lilik de gençlere bulaştı. İşin aslı dedem ve müftü olan kardeşi farklı karakterlerdi. Dedem daha demokrat, daha çağdaştı. Amca, mesleğinin de etkisiyle uhrevi bir hayatı tercih etmiş, çocuklarını da öyle yetiştirmişti. Dedem ise çocuklarının çoğunu okutmuş, meslek sahibi yapmıştı. Saçını açan, makyaj yapan kızları da vardı. Dolayısıyla iki kardeşin aileleri birbirlerine biraz uzaktılar yaşam olarak. Dedemin ölümünden sonra durum değişti, Amca etkisi daha fazla hissedilmeye başladı. Bu arada bizleri modern hayatın içine çeken, heveslendiren, “saçını kapatmak her şey değildir, mühim olan iç temizliği” diyen teyze de, mutsuz bir evliliğin bunalımlarını aşacak bir düşünce modeli geliştiremediği için teslimiyeti seçmiş, kendini dine vermişti. Hatta o güne kadar Müftü Amca’nın kızlarının dahi yapmadığı bir şeyi yapmış, çarşafa girmişti. Ve Anadolu gibi, orta sınıf gibi gittikçe bağnazlığın, biçimsel dindar hayatın sonsuz karanlık diplerine doğru yolculuklarına serüven başlamıştı. Her gördüğümde daha da koyulaşan bir biçimdi bu… En son, elimizde büyüyen, kardeşimiz gibi öptüğümüz kızlarının bizimle aynı odada oturmasını sakıncalı bulacak hale gelmişti. Açık tonda yaşayanlar da gitgide koyu tonun hakimiyeti altına giriyordu. Biraz da yaşla ilgili bir şeydi sanırım. Ölüm korkusunu aldıkça insanlar, dünya meselelerine ilişkin enerjileri azaldıkça, öteki tarafı garantileme gibi bir yüzleri de ortaya çıkabiliyor. Sonuçta genci/yaşlısı herkesin namaz kıldığı, ibadet ettiği ve AKP’ye oy verdiği bir döneme geçildi. Sülalede her zaman sola antipati, hatta nefret vardı. CHP hadi bir ölçüde sevilmese de tahammül edilebilir bir yerde duruyordu da, aşırı sol; hele de komünizm bütün kötülüklerin anası gibi algılanıyordu.

Ortaokul çağlarındaydım… Milliyetçi Cephe dönemi… Okulda tiyatro var dediler, hevesle bilet aldık gittik. Bir grup gelmiş turneye, oyun oynuyor. Sıradan bir orta sınıf hikayesi. Birbirlerini severek evlenmiş genç karı-koca… Biraz ekonomik sıkıntıları var. Erkeğin zengin bir arkadaşı geliyor, kadına göz koyuyor. Onu pahalı hediyelerle, lüks yaşam vaadiyle etkiliyor. Kandırılan kadın eşini aldatıyor. Eşi bunu öğreniyor, kadını ve arkadaşını öldürüyor. Buraya kadar her şey pek çok filmde gördüğümüz bir hikaye akışıydı… Öldürülme sahnesinden sonra kötü adamı oynayan oyuncu, elinde bir kitap ile bir Sovyet yazarının evliliğe ilişkin görüşlerini okuyor. Güya komünistlerde evlilik kavramı diye bir şey olmazmış, eş diye bir şey saçmaymış, herkes herkesin malıymış ve herkes herkesi dilediği gibi kullanırmış. Yani işin kabacası kadın ortanın malıymış. Bunu okuduktan sonra adamın ses tonu değişti, “ben böyle rejim istemiyorum, yerin dibine batsın komünizm” dedi ve kitabı yere attı, parçaladı, üstünde çiğnedi… Salonda müthiş bir alkış, müthiş bir tezahürat başladı. Hep birlikte “komünistler Moskova’ya” dendi…

İşte bizim sülale, pek çok Anadolu ailesi gibi böyle bir bakış açısına sahipti. Az okuyan, çok inanan insanlardı, çoğunluğumuz gibi. Bütün boşluklarını maneviyata teslim etmişlerdi. Ki o da kendilerine din, Allah, Kur’an nasıl aktarıldıysa… Ama kötü insanlar değillerdi, kimseye kötü düşündükleri, kırdıkları yoktu. Öyle biliyor, öyle inanıyorlardı.

Ayrık otlarının hikayesini bilirsiniz. Zararlı değildir de ne işe yaradığı, ne olduğu konusunda bir fikir vermiyordur. Bilinmeyen şeyler zararlı görünür ya, bahçeyi temizlemeye ayrık otlarından başlarlar ya hani… Her sülalede, her ailede de genelde bir ayrık otu bulunur, öyle değil mi?

Kucağıma verilen bu kundaklar beni rahatsız etmiyordu, benimsemeye çalıştığımı da inkar edemem. Ama büyüdükçe, eksik bir şeyler kaldı bende hep. Etrafımdakiler de tamamlayamadı. Sorular sordum cevaplar alamadım, aldığım cevaplar da ikna etmedi. Bu yüzden teslim olmadım, ruhumu veremediğim şeyler de beni mutlu etmedi. “Mış” gibi davrandığımda kendimi iki yüzlü gördüm, “mış”lardan da vazgeçmeyi seçtim. Kılavuzum kitaplar ve sanat oldu. Liseye geçtiğimde bütün klasik romanları bitirmiş, Nobel serisine geçmiştim. Şiiri ayrı sevdim. Başucumda hep bir şiir kitabı oldu. Gizli gizli sinemaya kaçardım. Üniversite yıllarında tiyatroyu, operayı, jazz’ı, baleyi keşfetmeye başladım. Alaturka duygu müziğimdi ama alternatiflere, türkülere, özgün müziğe de tutkum vardı. Okudukça öğrendim, öğrendikçe korkularım azaldı. Korkularımı yendikçe özgürleştim. Özgürleştikçe düşüncelerimi sorgulamaya başladım. Sonra anladım ki ben baştan beri hep “sol”a yakınmışım.
Oysa bu ülkede solcu olmak zordur. Öğretilenleri sorgulamak, düşünmek, okumak, çok okumak, reddetmek, yerine yenisini koymak, baskılara karşı durabilmek, dışlanabilmeyi göze almak, yalnız kalmak solcu olmanın bedelidir. Çünkü sağcı sıkıştığı yerde size “Allah” der, “vatan” der, “Türklük” der; olmadı “vatan haini” diye suçlar, “Allahsız” diye yargılar. Kolaydır onun jargonu. Üç yüz kelime ile hayatını idame ettirebilir. Bir şey istemez. Çünkü başka bir şey olduğunu bilmez. Bir yerlerde daha güzel bir dünya kurma ütopyası, hayali yoktur. Var olan korunmalıdır, en iyisi budur. Böyle düşünenler muhafazakardır ve sadece koruyuculuk görevleri vardır. Tıpkı komunizme karşı durmak gibi. Bir de her güzelliğin geçmişte yaşandığını ve dünyanın hızla kirlendiğini düşünenler vardır. Bunlar da gericiler, yani yobazlardır. Bunları iyi tanıyorsunuz.

Evet, solcu olmak zordur. Sağcı olmak için sağduyu ya da duygu yeterli olabilir. Ama solcu olmak için önce insan olmayı bilmek gerekir. Başkalarının hakkını aramayı, başkaları için kavga etmeyi, kendi malından vazgeçmeyi, kendi içinde sürekli değişimi, öğrenmeyi, öğretmeyi, direnmeyi ve sürgün hayatını göze almayı hayatına katmak zorundadır solcu. Devrin adamı olmak, iktidarın nimetlerinden yararlanmak, yalakalık yapmak, düzenin bekçiliğini yapmak ne kolaydır oysa… Ortalama bir zeka ile bunu halledebilirsiniz. Karşı durmak, rest çekmek, başka görüşler ortaya atmak, farklı projeler üretmek, hem iktidar sahiplerini, hem para babalarını karşısına almak daha zordur. Vatan haini damgasını yemek, sürgünlere gönderilmek, mapuslarda yatmak, sevdiklerinden uzakta kalmak, darağacında can vermek çok daha zordur.

Ama zor olan güzeldir, kıymetlidir. Birçok şeyi, hatta her şeyi göze alabilmek asıl yurtseverliktir. “Dil, din, ırk, mezhep ayrımı olmadan kardeşçe yaşayamaz mıyız?” demek nasıl tehlikeli bir talep olabilir ki!

Muhalif olmak neden vatan hainliği olsun ki? Dünyayı değiştirenlere bir bakın, cesaret, vizyon, farklı bir bakış açısı değil mi uygarlık tarihini mağara devrinden bugünlere dönüştüren?
Neden hala Orta Çağ’ın doğrularını yaşayalım? Ortak coğrafyamızdaki az gelişmişliğin nedenleri olarak ortak paydalarımızı, doğru bildiklerimizi, az okuduğumuzu, az düşündüğümüzü neden göremeyiz?

Ve neden hala altmış küsur yıllık çok partili dönemimizde, birkaç yıllık Ecevit azınlık hükümeti ya da koalisyonlarını saymazsak, hep sağ partiler iktidar olduğu halde, solcular suçlanır? Bankaları hortumlayanlar, yeğenler, damatlar, jaguarlar, Marshall yardımları, Amerikan sömürgesi olmalar, 6’ncı Filolar, İncirlik’ler, gemicikler, tarikatlar solcu muydu?
Bir de yalnız Türkiye’nin değil, dünyanın düşünce, yazın ve sanat hayatına yön vermiş insanlarına bakın. Duygusu güzel, yüreği güzel, düşüncesi güzel dünyanın ortak dilini yaratanlarına…
Üstelik kalbim solda atıyor!..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder